KONT GALL ADAM, çalışmalarını ne kadar dikkatten uzak tutarsa tutsun, yine de
faaliyetlerinin, bilhassa Komaran Baş Kapitanının dikkatinden kaçmadığını
görüyordu. Viyana, gözlerini Kontun üzerinden bir an bile ayırmıyordu. Beç zaman
zaman bazı isimler üzerinde ısrarla duruyor, Macar makamlarını tazyik ederek,
bilhassa o isimleri saf dışı bırakmaya çalışıyordu. Şahsî menfaat ve selâmetini
Beç’e bağlılıkta bulan Macar beyleri, Habsburglardan da fazla bu işin üzerine
düşüyorlardı. Böylece durum açık bir sürtüşmeye dönüşüyordu. Buysa Kontun hiç
istemediği bir durumdu. Son aylarda Matyasın yok edilmesi için, karşı tarafın
büyük çabalar gösterdiği görülmüştü. Bu konuda Kontun bütün manevraları boşa
çıkıyordu. Halbuki Martaly Matyas, Gall Adamın müşaviri, dostu, fikirdaşıydı.
Onun geceli gündüzlü çalışmaları Macaristanın bugüne kadar sahip olamadığı bir
teşkilâtı meydana getirmişti. Vatan hissinin bir hayli yozlaştığı Macaristanda
Matyasın gerçek bir vatansever, çok lüzumlu bir eleman olduğunu kimseye
anlatmağa imkân yoktu. Böylece onun aleyhte de olsa bir müddet için göz önünden
uzaklaştırılmasında faydalar vardı. Bu faydalar Matyasın hayatı kadar teşkilâtın
da hayatını ilgilendiriyordu. Kont tabii ki böyle değerli bir elemanı temelli
gözden çıkaramazdı. Yalnız, bu fikrini Matyasa söylemesi, onun anlayışlılığına
rağmen çok güçtü. Bu teklifin Matyas tarafından nasıl karşılanacağını daha
şimdiden biliyor gibiydi. Genç kılavuz Kont’un bu endişesine ya gülüp geçecek ya
da böyle tehlikelere alışık olduğunu söyleyecektir. Gall Adam tereddütler içinde
geçen günlerden sonra, nihayet durumu Matyasa açtı. Kılavuz tahmininin aksine
konuyu umursamaz gözükmedi. Zavallı düşündü, kaldı. Kont, Matyasın yüz hatlarını
inceliyordu. Önce şaşkın olan kılavuzun yüzü, sonra aklına gelen bir fikirle
aydınlandı. Ve şeytanî bir ifadeyle:
- O halde ben öleyim efendimiz, dedi.
Kont söylemeğe çalıştı ki, maksadı onu bir müddet, sadece kısa
bir müddet gözden uzak tutmaktır. Matyas ihtimal veriyor muydu ki Kont onu
gözden çıkarmış olsun? Kılavuz bütün bunları dinledikten sonra;
- Efendimiz, dedi. Bahtsız vatanım Macaristanın bana bugün
olduğu kadar hiçbir zaman ihtiyacı olmamıştır. Büyük bir savaşın eşiğinde
olduğumuzu hissediyorum.
Böyle bir günde ölüm korkusu için savaş saflarından ayrılmak
bir Macara yakışır mı? Eğer onun ana vatanda faaliyet göstermesinde sakıncalar
varsa o da kalkar Kostantinopol’a gider, bütün dünya milletlerinin bu arada
Macaristan istikbalinin bağlı olduğu o meydanda faaliyet gösterirdi. Matyas
düşünüyordu ki, eğer Kont Hazretleri uygun görürse burada, Komaranda önemli
birkaç kişinin şahit olduğu bir ölüm sahnesi hazırlanır. Ve Martaly Matyas, Beç,
Türk ve Macar gözünde resmen ölmüş olurdu.
Bu düşünce Kont Gall Adama pek uygun geldi. Matyasın ölmesi
meseleyi kökünden hallediyordu. Onun İstanbulda göreve başlaması pek uygundu.
Yapacakları oyunun en ince ayrıntılarını tesbit ettikten sonra, Kont doğum günü
dolayısiyle bir ziyafet tertip etti. Davetli sayısı az, ama Komaranın kalbur
üstü insanlarıydı. Davetli listesinde, Avusturyalı, Türk, Alman ve Macarların
seçkinleri vardı. Mükellef bir sofrada yendi, içildi ve söylendi. Yemeğin
ortalarına doğru Matyas bembeyaz kesilen bir yüzle hızla ayağa kalktı.
Sallanarak masadan uzaklaşmağa çalıştı. Rengi birden yeşile döndü. Boğulurcasına
istifra etti. Sonra yere düşerek kıvranmağa başladı. Herkes koşuştu. Marat Bey
tabib olduğunu hatırlatarak misafirleri geri çekti. Hastanın yüzüne soğuk su
vuruldu. Şarapla masaj yapıldı. Ama bütün bunların hiç bir faydası olmadı. Kısa
bir süre sonra zavallının ağzından köpükler gelmeğe başladı. Birkaç hafifçe
debelendi. Sonra kaskatı kesildi. Başına çökmüş olan Marat Bey ağırca doğruldu.
Yüzünde şaşkın ve hüzünlü bir ifade vardı. Başının kesin bir ifadesiyle onun
öldüğünü bildirdi ve kısaca “zehirlenme” dedi. Sonra sofraya yürüdü. Yiyeceklere
baktı. Misafirlere masaya henüz konan mantardan yiyen olup olmadığını sordu. Bu
söz üzerine, dört beş kişi ellerini midelerine bastırıp öğürmeğe başladılar.
Marat Bey bu sefer onların tedavisi için koşuştu. Bu arada misafirlerin önünde
aşçılar, hizmetkârlar sorguya çekildiler. Mantar bu sabah bir çingeneden satın
alınmıştı. Matyasın tabağından bir parça, getirilen bir köpeğe verildi. Yemeğe
hırsla atılan hayvan kısa bir zaman sonra yıkıldı. Birkaç debelendi. Ve katıldı
kaldı. Durum anlaşılmıştı. Marat Bey, diğer hastalar için acele ilâçlar
hazırladı. Martaly Matyasın başını o gece rahip Gall Chestar peder bekledi. Ve
dinî işlemler yapıldıktan sonra Matyas Kont tarafından hazırlatılmış mezara
defnedildi. Cenazede davetlilerin hemen hepsi hazır bulundular. Çok hazin bir
merasimdi bu.
O günün akşamı, gece yarısından sonra mezarlık duvarlarını aşan
bir hayal sessizce iskeleye indi. Ve bir balıkçı kayığı aynı sessizlik içinde
karanlık sularda kaydı ve gözden kayboldu.
Bu olaydan birkaç ay sonra İstanbulun Çarşamba semtinde bir
aktar dükkânı açıldı. Elhac Gazi efendi küçük müşterilerine sakız leblebisi,
leblebi şekeri, topaç, kuşlokumu, büyük müşterilerine üzerlik tohumu, sinameki,
binbir bahar satar oldu. Gazi Aktar kısa zamanda mahallenin gözdesi oldu
çıktı.
Onaltıncı yüzyılın İstanbul mahallesi, imam, müezzin ve
bekçinin idaresinde bir küçük devlet demekti. İnsanların aralarındaki dâvâlar
nadiren mahkemelere akseder. Her çocuk mahallenin kendi evlâdı sayılır. Onlara
her komşu ana, her erkek amca olurdu. Semtin ırzı, namusu, malı, canı; imam,
müezzin ve bekçi üçlüsünün dirayetli ellerine, bu mütevazi ve tok gözlü
insanlara, evvel Allah emanet edilirdi. Ucu demirli sopasıyla bekçi Kurt ağa,
imam Mümtaz efendi, müezzin İstinyeli Salih efendiler için ne kışın, ne karın,
ne ayazın vazifelerini aksatma bakımından tesiri olurdu. Mahallede oturan
dulların kapısı karanlık çöktükten sonra onlar tarafından çalınır; yine
mahallenin temin ettiği ve kime verileceğini bilmediği para, yiyecek ve giyecek
fakirlerin gönülceğizleri kırılmadan o hayır sever eller tarafından hediye
edilirdi. Bayramlarda, gücü yetip de bu yardıma karışmış olanlar verdiklerini
bir yetimin üstünde göz yaşlariyle seyrederler, her şeyden habersiz masumun
neşesini paylaşırlardı. Ağır başlı erkekler, temiz kıyafetleri ve yumuşak hatlı
yüzleriyle akşam üstleri Gazi Aktarın önünden geçerlerdi. Çoğunun elinde,
aldıkları görünmeyecek biçimde iri mendillere sarılmış öteberi bulunurdu. Kimse
aldığını çevresine gösterip tamahlarını çekmez, alamıyanları üzmezdi.
Çarşambanın dar sokaklarında ahşap evlerin aralarında küçük yarasalar, keskin
çizgiler çizerlerken, yemek kokuları yükselirdi. Eğer pişirilen veya kızartılan
iştah kabartıcı şeylerse, tertemiz oğulmuş bakır veya pirinç mangallar üzerinde
kotarılan yiyecekler, küçük kalaylı kaplara konur ve kokuyu duyması ihtimali
olan komşulara dağıtılırdı. Her evin küçük veya büyük bir bahçesi olurdu. Komşu
bahçesine sarkan dallar, komşuya ait olur... İri narlar, sarı limon ayvaları,
kavak, deve taban ve Sultan Selim incirleri böylece göz hakkı kalmaksızın
paylaşılırdı.
Gazi
Aktar dükkânını günün belirli saatlerinde açardı. Boy boy çocuklar,
hazırladıkları metelikleri ceplerinde, onun gelişini dört gözle beklerlerdi.
Aktar, akideyle, leblebi unuyla, kuş lokumuyla beraber birkaç da tekerleme
söylerdi. Bu tekerlemeler bacaksızların ağzında mahalleden mahalleye yayılır ve
inanılmayacak kadar kısa bir zaman sonra İstanbul’un öbür ucunda söylenir
olurdu. Bilhassa sabahları çocuk kulağına sokulan bu tekerlemeleri körpecik
beyinler hemen zapteder ve yerli yersiz tekrar ederlerdi. Bunlar çoğu zaman
mânâsız ama çocuk için ahenkli sözlerdi.
Sakanın maşrapası
Eşeğinin yoktur şakası
gibi şeyler.
Bu
zararsız ve boş sözler bir süre sonra bir istikamete yönelmeğe başladı. Yeni
tekerlemelerin sonlarını çocuğun uygun kelimeler bularak değiştirmesi mümkün
hale getirildi. Meselâ,
Ayşanımın aşına
Kurban olan kaşına
beytinde kaşına yerine bakışına, yaşına kelimeleri konuyordu.
Birgün yepyeni bir tekerleme duyulmağa başlandı.
Konağını basmalı
Ester Kerâyı asmalı
Nedense bu pek tutundu. Önce çocukların ağzında dolaşırken
türlü değişik çeşitlerle yeni yetişmelerin, terlikçi esnafının, semercilerin ve
yeniçerilerin ağzına düştü. Her yeni gün, yeni tekerlemeleri de beraberinde
getiriyordu.
Nasiyesi nursuzdur
Ester Kerâ hırsızdır
Kaftanının omuzunda
İbrişim var kopça var
Çıfıtın konağında
Yüz
at yükü akça var,
dan
tutun da
Tepelerin soğuğu
Rüzgârdandır kardandır.
Ester Kerâyı vuran
Eller Billâh nurdandır’
a kadar söylendi. Söylendi.
Tekerlemeler tavsamağa yüz tutarken, beyinlere ekilmiş tohumlar
yeşermeğe başladı. İstanbul Limanlar Mültezimi Bafa’nın sağ kolu, Venediğin,
Avusturyanın, Rusyanın, İranın kısaca paranın dostu Kerâ, küçücük beyitciklerin
sipahi beyinlerinde meydana getirdiği tesirle, isyanı hazırladı. Bu kadınlar
saltanatına ve özellikle Kerâya karşıydı. Kanlı bir ayaklanma oldu. Sipahiler
Ester Kerâ kadar, onun yolunda yürüyen devlet ricaline de bu bahaneyle iyi bir
göz dağı verdiler. Ester Kerâ parçalandı ve parçaları rüşvet alan, âdil olmayan
devlet büyüklerinin kapılarına çivilendi.
Bir eyyam sonra Gazi Aktarın, zengin bir akrabasının geldiği
duyuldu. Mahallenin belli başlı kişileri âdet olduğu üzere hoş geldine gittiler.
Bu, saçları zamanından evvel ağarmış çok çok kırk yaşlarında gözüken bir
efendiydi. Medine-i Münevvere taraflarından gelmişti. Aktar Gazi efendinin
deyişine göre, yaman bir bahadırdı. Velâkin bir zaman evvel, dağlara taşlara,
kötü bir baş ağrısı ârız olmuş. Ne ilâç, ne okuma kâr etmiş. Encamında bir
Hintli tabib onu, kulaklarını keserek tedavi etmişti. Böylece Çarşamba semtine
misafir olarak gelen İsmail Ağa, buraları pek beğendiği gerekçesiyle Gazi Aktara
yakın bir ev satın alarak yerleşti. O yılın baharına doğru mahalle iki önemli
haberle çalkalandı. Birincisi İsmail Ağa buraya yerleşmekle kalmamış, Hamit
efendinin yetimesi Ruhsar’a da talip olmuştu. Bu söylenti üzerine bütün semt bir
tek hane gibi harekete geçti. Erkekler satın aldı ve taşıdı. Kadınlar kesti,
biçti, işledi. Koca mahallenin emeği kırlent, yorgan, sandık örtüsü, Kur’an
kesesi, yatak takımları oldu. Bu eşsiz zenginlikteki çeyizi seyire şehrin ta
öbür köşelerinden akın akın insanlar geldiler. Ruhsar, emsali yeryüzünde zor
görülür güzelliğiyle salındı, koşuştu. Yalnız kalabildiği nadir anlarda ise,
yakışıklı ama kır saçlı ve kulaksız yavuklusunu düşündü durdu. Bu İsmail Ağanın
noksanı, Ruhsarı biraz da teselli ediyordu. Kendi yetimse, İsmail efendi de
kulaksızdı.
Düğün günü ikinci olay patlak verdi. Çocukların iri iri açılmış
gözleri önünde bir grup binanın yıkımına başlandı. Bu medresesiyle,
kütüphanesiyle, misafirhanesiyle, imarethanesiyle İsmail Ağa külliyesinin
başlangıcıydı. Bu Martaly Matyasın bütün ömrünce gösterdiği faaliyetlerin en
faydalılarından biri oldu. Gerçek mânâsiyle “fisebilillâh gazâ, Allahın ve
Türk’ün ismini ilâ” için atılmış bir adımdı bu. Benzeri müesseseler gibi inşaına
başlanan külliyeden de şairler, edipler, ilim adamları, bilhassa devlet adamları
yetiştirmeğe çalışacaktı. Camiin duvarları pencere hizasına yükseldiğinde Ruhsar
kadının kucağına ebeler bir tosuncuk tutuşturdular. Adı, İsmail Ağanın arzusu
üzerine Murat oldu.
Kitabın Yayın Evi : Ötüken Yayınları
Kitabın Konusu : Roman
0 yorum:
Bu Kitap Hakkındaki Düşüncelerinizi Yazın...