18 Ocak 2015 Pazar

Uctaki Adam | Bahaeddin Özkişi

Kitaptan Alıntılar:


KONT GALL ADAM, çalışmalarını ne kadar dikkatten uzak tutarsa tutsun, yine de faaliyetlerinin, bilhassa Komaran Baş Kapitanının dikkatinden kaçmadığını görüyordu. Viyana, gözlerini Kontun üzerinden bir an bile ayırmıyordu. Beç zaman zaman bazı isimler üzerinde ısrarla duruyor, Macar makamlarını tazyik ederek, bilhassa o isimleri saf dışı bırakmaya çalışıyordu. Şahsî menfaat ve selâmetini Beç’e bağlılıkta bulan Macar beyleri, Habsburglardan da fazla bu işin üzerine düşüyorlardı. Böylece durum açık bir sürtüşmeye dönüşüyordu. Buysa Kontun hiç istemediği bir durumdu. Son aylarda Matyasın yok edilmesi için, karşı tarafın büyük çabalar gösterdiği görülmüştü. Bu konuda Kontun bütün manevraları boşa çıkıyordu. Halbuki Martaly Matyas, Gall Adamın müşaviri, dostu, fikirdaşıydı. Onun geceli gündüzlü çalışmaları Macaristanın bugüne kadar sahip olamadığı bir teşkilâtı meydana getirmişti. Vatan hissinin bir hayli yozlaştığı Macaristanda Matyasın gerçek bir vatansever, çok lüzumlu bir eleman olduğunu kimseye anlatmağa imkân yoktu. Böylece onun aleyhte de olsa bir müddet için göz önünden uzaklaştırılmasında faydalar vardı. Bu faydalar Matyasın hayatı kadar teşkilâtın da hayatını ilgilendiriyordu. Kont tabii ki böyle değerli bir elemanı temelli gözden çıkaramazdı. Yalnız, bu fikrini Matyasa söylemesi, onun anlayışlılığına rağmen çok güçtü. Bu teklifin Matyas tarafından nasıl karşılanacağını daha şimdiden biliyor gibiydi. Genç kılavuz Kont’un bu endişesine ya gülüp geçecek ya da böyle tehlikelere alışık olduğunu söyleyecektir. Gall Adam tereddütler içinde geçen günlerden sonra, nihayet durumu Matyasa açtı. Kılavuz tahmininin aksine konuyu umursamaz gözükmedi. Zavallı düşündü, kaldı. Kont, Matyasın yüz hatlarını inceliyordu. Önce şaşkın olan kılavuzun yüzü, sonra aklına gelen bir fikirle aydınlandı. Ve şeytanî bir ifadeyle:
- O halde ben öleyim efendimiz, dedi.
Kont söylemeğe çalıştı ki, maksadı onu bir müddet, sadece kısa bir müddet gözden uzak tutmaktır. Matyas ihtimal veriyor muydu ki Kont onu gözden çıkarmış olsun? Kılavuz bütün bunları dinledikten sonra;
- Efendimiz, dedi. Bahtsız vatanım Macaristanın bana bugün olduğu kadar hiçbir zaman ihtiyacı olmamıştır. Büyük bir savaşın eşiğinde olduğumuzu hissediyorum.
Böyle bir günde ölüm korkusu için savaş saflarından ayrılmak bir Macara yakışır mı? Eğer onun ana vatanda faaliyet göstermesinde sakıncalar varsa o da kalkar Kostantinopol’a gider, bütün dünya milletlerinin bu arada Macaristan istikbalinin bağlı olduğu o meydanda faaliyet gösterirdi. Matyas düşünüyordu ki, eğer Kont Hazretleri uygun görürse burada, Komaranda önemli birkaç kişinin şahit olduğu bir ölüm sahnesi hazırlanır. Ve Martaly Matyas, Beç, Türk ve Macar gözünde resmen ölmüş olurdu.
Bu düşünce Kont Gall Adama pek uygun geldi. Matyasın ölmesi meseleyi kökünden hallediyordu. Onun İstanbulda göreve başlaması pek uygundu. Yapacakları oyunun en ince ayrıntılarını tesbit ettikten sonra, Kont doğum günü dolayısiyle bir ziyafet tertip etti. Davetli sayısı az, ama Komaranın kalbur üstü insanlarıydı. Davetli listesinde, Avusturyalı, Türk, Alman ve Macarların seçkinleri vardı. Mükellef bir sofrada yendi, içildi ve söylendi. Yemeğin ortalarına doğru Matyas bembeyaz kesilen bir yüzle hızla ayağa kalktı. Sallanarak masadan uzaklaşmağa çalıştı. Rengi birden yeşile döndü. Boğulurcasına istifra etti. Sonra yere düşerek kıvranmağa başladı. Herkes koşuştu. Marat Bey tabib olduğunu hatırlatarak misafirleri geri çekti. Hastanın yüzüne soğuk su vuruldu. Şarapla masaj yapıldı. Ama bütün bunların hiç bir faydası olmadı. Kısa bir süre sonra zavallının ağzından köpükler gelmeğe başladı. Birkaç hafifçe debelendi. Sonra kaskatı kesildi. Başına çökmüş olan Marat Bey ağırca doğruldu. Yüzünde şaşkın ve hüzünlü bir ifade vardı. Başının kesin bir ifadesiyle onun öldüğünü bildirdi ve kısaca “zehirlenme” dedi. Sonra sofraya yürüdü. Yiyeceklere baktı. Misafirlere masaya henüz konan mantardan yiyen olup olmadığını sordu. Bu söz üzerine, dört beş kişi ellerini midelerine bastırıp öğürmeğe başladılar. Marat Bey bu sefer onların tedavisi için koşuştu. Bu arada misafirlerin önünde aşçılar, hizmetkârlar sorguya çekildiler. Mantar bu sabah bir çingeneden satın alınmıştı. Matyasın tabağından bir parça, getirilen bir köpeğe verildi. Yemeğe hırsla atılan hayvan kısa bir zaman sonra yıkıldı. Birkaç debelendi. Ve katıldı kaldı. Durum anlaşılmıştı. Marat Bey, diğer hastalar için acele ilâçlar hazırladı. Martaly Matyasın başını o gece rahip Gall Chestar peder bekledi. Ve dinî işlemler yapıldıktan sonra Matyas Kont tarafından hazırlatılmış mezara defnedildi. Cenazede davetlilerin hemen hepsi hazır bulundular. Çok hazin bir merasimdi bu.
O günün akşamı, gece yarısından sonra mezarlık duvarlarını aşan bir hayal sessizce iskeleye indi. Ve bir balıkçı kayığı aynı sessizlik içinde karanlık sularda kaydı ve gözden kayboldu.
Bu olaydan birkaç ay sonra İstanbulun Çarşamba semtinde bir aktar dükkânı açıldı. Elhac Gazi efendi küçük müşterilerine sakız leblebisi, leblebi şekeri, topaç, kuşlokumu, büyük müşterilerine üzerlik tohumu, sinameki, binbir bahar satar oldu. Gazi Aktar kısa zamanda mahallenin gözdesi oldu çıktı.
Onaltıncı yüzyılın İstanbul mahallesi, imam, müezzin ve bekçinin idaresinde bir küçük devlet demekti. İnsanların aralarındaki dâvâlar nadiren mahkemelere akseder. Her çocuk mahallenin kendi evlâdı sayılır. Onlara her komşu ana, her erkek amca olurdu. Semtin ırzı, namusu, malı, canı; imam, müezzin ve bekçi üçlüsünün dirayetli ellerine, bu mütevazi ve tok gözlü insanlara, evvel Allah emanet edilirdi. Ucu demirli sopasıyla bekçi Kurt ağa, imam Mümtaz efendi, müezzin İstinyeli Salih efendiler için ne kışın, ne karın, ne ayazın vazifelerini aksatma bakımından tesiri olurdu. Mahallede oturan dulların kapısı karanlık çöktükten sonra onlar tarafından çalınır; yine mahallenin temin ettiği ve kime verileceğini bilmediği para, yiyecek ve giyecek fakirlerin gönülceğizleri kırılmadan o hayır sever eller tarafından hediye edilirdi. Bayramlarda, gücü yetip de bu yardıma karışmış olanlar verdiklerini bir yetimin üstünde göz yaşlariyle seyrederler, her şeyden habersiz masumun neşesini paylaşırlardı. Ağır başlı erkekler, temiz kıyafetleri ve yumuşak hatlı yüzleriyle akşam üstleri Gazi Aktarın önünden geçerlerdi. Çoğunun elinde, aldıkları görünmeyecek biçimde iri mendillere sarılmış öteberi bulunurdu. Kimse aldığını çevresine gösterip tamahlarını çekmez, alamıyanları üzmezdi. Çarşambanın dar sokaklarında ahşap evlerin aralarında küçük yarasalar, keskin çizgiler çizerlerken, yemek kokuları yükselirdi. Eğer pişirilen veya kızartılan iştah kabartıcı şeylerse, tertemiz oğulmuş bakır veya pirinç mangallar üzerinde kotarılan yiyecekler, küçük kalaylı kaplara konur ve kokuyu duyması ihtimali olan komşulara dağıtılırdı. Her evin küçük veya büyük bir bahçesi olurdu. Komşu bahçesine sarkan dallar, komşuya ait olur... İri narlar, sarı limon ayvaları, kavak, deve taban ve Sultan Selim incirleri böylece göz hakkı kalmaksızın paylaşılırdı.
Gazi Aktar dükkânını günün belirli saatlerinde açardı. Boy boy çocuklar, hazırladıkları metelikleri ceplerinde, onun gelişini dört gözle beklerlerdi. Aktar, akideyle, leblebi unuyla, kuş lokumuyla beraber birkaç da tekerleme söylerdi. Bu tekerlemeler bacaksızların ağzında mahalleden mahalleye yayılır ve inanılmayacak kadar kısa bir zaman sonra İstanbul’un öbür ucunda söylenir olurdu. Bilhassa sabahları çocuk kulağına sokulan bu tekerlemeleri körpecik beyinler hemen zapteder ve yerli yersiz tekrar ederlerdi. Bunlar çoğu zaman mânâsız ama çocuk için ahenkli sözlerdi.

Sakanın maşrapası
Eşeğinin yoktur şakası

gibi şeyler.
Bu zararsız ve boş sözler bir süre sonra bir istikamete yönelmeğe başladı. Yeni tekerlemelerin sonlarını çocuğun uygun kelimeler bularak değiştirmesi mümkün hale getirildi. Meselâ,

Ayşanımın aşına
Kurban olan kaşına

beytinde kaşına yerine bakışına, yaşına kelimeleri konuyordu. Birgün yepyeni bir tekerleme duyulmağa başlandı.

Konağını basmalı
Ester Kerâyı asmalı

Nedense bu pek tutundu. Önce çocukların ağzında dolaşırken türlü değişik çeşitlerle yeni yetişmelerin, terlikçi esnafının, semercilerin ve yeniçerilerin ağzına düştü. Her yeni gün, yeni tekerlemeleri de beraberinde getiriyordu.

Nasiyesi nursuzdur
Ester Kerâ hırsızdır
Kaftanının omuzunda
İbrişim var kopça var
Çıfıtın konağında
Yüz at yükü akça var,
dan tutun da
Tepelerin soğuğu
Rüzgârdandır kardandır.
Ester Kerâyı vuran
Eller Billâh nurdandır’

a kadar söylendi. Söylendi.
Tekerlemeler tavsamağa yüz tutarken, beyinlere ekilmiş tohumlar yeşermeğe başladı. İstanbul Limanlar Mültezimi Bafa’nın sağ kolu, Venediğin, Avusturyanın, Rusyanın, İranın kısaca paranın dostu Kerâ, küçücük beyitciklerin sipahi beyinlerinde meydana getirdiği tesirle, isyanı hazırladı. Bu kadınlar saltanatına ve özellikle Kerâya karşıydı. Kanlı bir ayaklanma oldu. Sipahiler Ester Kerâ kadar, onun yolunda yürüyen devlet ricaline de bu bahaneyle iyi bir göz dağı verdiler. Ester Kerâ parçalandı ve parçaları rüşvet alan, âdil olmayan devlet büyüklerinin kapılarına çivilendi.
Bir eyyam sonra Gazi Aktarın, zengin bir akrabasının geldiği duyuldu. Mahallenin belli başlı kişileri âdet olduğu üzere hoş geldine gittiler. Bu, saçları zamanından evvel ağarmış çok çok kırk yaşlarında gözüken bir efendiydi. Medine-i Münevvere taraflarından gelmişti. Aktar Gazi efendinin deyişine göre, yaman bir bahadırdı. Velâkin bir zaman evvel, dağlara taşlara, kötü bir baş ağrısı ârız olmuş. Ne ilâç, ne okuma kâr etmiş. Encamında bir Hintli tabib onu, kulaklarını keserek tedavi etmişti. Böylece Çarşamba semtine misafir olarak gelen İsmail Ağa, buraları pek beğendiği gerekçesiyle Gazi Aktara yakın bir ev satın alarak yerleşti. O yılın baharına doğru mahalle iki önemli haberle çalkalandı. Birincisi İsmail Ağa buraya yerleşmekle kalmamış, Hamit efendinin yetimesi Ruhsar’a da talip olmuştu. Bu söylenti üzerine bütün semt bir tek hane gibi harekete geçti. Erkekler satın aldı ve taşıdı. Kadınlar kesti, biçti, işledi. Koca mahallenin emeği kırlent, yorgan, sandık örtüsü, Kur’an kesesi, yatak takımları oldu. Bu eşsiz zenginlikteki çeyizi seyire şehrin ta öbür köşelerinden akın akın insanlar geldiler. Ruhsar, emsali yeryüzünde zor görülür güzelliğiyle salındı, koşuştu. Yalnız kalabildiği nadir anlarda ise, yakışıklı ama kır saçlı ve kulaksız yavuklusunu düşündü durdu. Bu İsmail Ağanın noksanı, Ruhsarı biraz da teselli ediyordu. Kendi yetimse, İsmail efendi de kulaksızdı.
Düğün günü ikinci olay patlak verdi. Çocukların iri iri açılmış gözleri önünde bir grup binanın yıkımına başlandı. Bu medresesiyle, kütüphanesiyle, misafirhanesiyle, imarethanesiyle İsmail Ağa külliyesinin başlangıcıydı. Bu Martaly Matyasın bütün ömrünce gösterdiği faaliyetlerin en faydalılarından biri oldu. Gerçek mânâsiyle “fisebilillâh gazâ, Allahın ve Türk’ün ismini ilâ” için atılmış bir adımdı bu. Benzeri müesseseler gibi inşaına başlanan külliyeden de şairler, edipler, ilim adamları, bilhassa devlet adamları yetiştirmeğe çalışacaktı. Camiin duvarları pencere hizasına yükseldiğinde Ruhsar kadının kucağına ebeler bir tosuncuk tutuşturdular. Adı, İsmail Ağanın arzusu üzerine Murat oldu.



Kitap Yazar : Bahaeddin Özkişi 
Kitabın Yayın Evi : Ötüken Yayınları 
Kitabın Konusu : Roman

0 yorum:

Bu Kitap Hakkındaki Düşüncelerinizi Yazın...